Sınırları Zorlayan Likya Yolu Rotası: Tahtalı – Korsan Koyu

Standard

Ankara merkezli CrossFit Backstreet ailesiyle Likya yolunun 4 gunluk etabini yurumek verdigim en guzel kararlardan biriydi. Ayni zamanda hayatimda fiziksel aciyi en derin hissettigim 4 gun de diyebiliriz.

Gun 1

Rotanin benim dahil oldugum kismi 29 Ekim Cumhuriyet Bayrami’nda Antalya Cakirlar’da koy kahvaltisi ile basladi. Daha sonra Ankara’dan ekibin geri kalan 13 kisisini getiren otobusle Olympos Teleferik’e dogru yola koyulduk. Hedefimiz 2365 metredeki Tahtali dagi zirvesinden yuruyusumuze baslamakti. Teleferik ile yukselirken manzara buyuleyiciydi, kizilcamlar yerini ardic agaclarina ve Toros sedirine birakirken Akdeniz arkamizda kalmisti, ta ki 2000 metreyi gecene kadar, sonrasi bulut, sis ve dag kecilerinin pek sevdigi sarp arazi.

2365 metredeki zirvede bayragimizla grup fotografi aldiktan sonra —ve neyse ki ruzgara yenik dusmeden- yuruyusumuze basladik, saat oglen 12 sulariydi.

Yol boyunca Toros (Lubnan) sediri, ardic agaclari, akcaagac gore gore ve fotograf ceke ceke serbest kayalik arazide dusuk hizda ilerledik.

Ilk gun icin hayalimiz Tahtali zirveden Cirali’ya ulasmakti; fakat bunun gerceklesemeyecegini anlamamiz cok uzun surmedi. Tahtali dagindan vardigimiz ilk yerlesim yeri olan Beycik koyunde biraz soluklandik, koyde pansiyonda kalsak mi diye aklimizdan gecirmedik de degil; fakat grup fotografinin ardindan yine yola koyulduk, yeni hedefimiz olan Ulupinar’a dogru. Cogumuzun aklinda sizlayan ayak ve bacaklar olsa da ben Ulupinar’da yiyecegimiz tatlisu alabaligi ve yanindaki biraya odaklanmaya calistim.

Hava durumu raporu o gunu saganak yagisli gosterse de hafif bir ciseleme disinda gunu yagmursuz atlattik. Sarp rotada tahminimizden yavas ilerledigimiz icin aksama kaldik. Beycik koyunde bir sure asfaltta yurudukten sonra Likya yoluna geri girip Ulupinar’a daha 8 km oldugunu gorunce bir de ne yapalim? Tabi ki herkes kafa lambasini takip yola devam etti, bu noktada herkesin aklinda cadira uzanip uyumak oldugunu cok net soyleyebilirim.

Ve nihayet hissizlesmis bacak ve ayak tabanlarimiz, zorlanmis sinir ve sınırlarımız, aglamayla karisik gulmelerimiz ile yaklasik 23 km yuruyus sonrasi Ulupinar’a vardik. Ulupinar’da Kayalar restoranina tesekkuru borc biliriz. Zombi gibi restorana girisimizden olsa gerek, rahat etmemiz icin ellerinden geleni yaptilar, gerek hizmetleri gerekse tesislerinin bahcesinde cadir kurmamiza izin verdikleri icin. Mutesekkiriz ve Likya yolunu yuruyeceklere Kayalar restorana ugramalarini ekipce tavsiye ederiz!

Gun 2

Gune yanimizda getirdigimiz yiyeceklerle hizli bir kahvalti yapip basladik. Cogumuz yuruyemeyecek durumda oldugundan Ulupinar – Cirali arasini minibus ile gitmeye karar verdik. Esyalari yukleyip yola koyulduk ve sonrasinda Cirali plajinda kendimizi denize attik. Tuzlu su ayaklarimizdaki yaralara cok iyi geldi. Cok oyalanmadan ogleden sonra 2 gibi yuruyusumuze basladik.

2. gun icin hedefimiz Musa Dagi uzerinden Adrasan’a inmek ve orada sahil civarinda kamp atmakti. Olimpos antik kentini hizlica gezdikten sonra Likya yolu patikasina geri donduk ve Musa Dagi zirvesine dogru yola koyulduk. Patika tek kisilik olacak sekilde ve toprak zeminde ilerliyordu; fakat agaclar ve dallar epey engel olusturuyordu. Ekipten bir arkadasimiz bir onceki gun dizini sakatladigi icin o Cirali’da kalip sirt cantalarimizi minibus ile Adrasan’a goturmeyi ve bizi orada beklemeyi teklif etti. Cok yerinde bir karar oldugunu yururken anladik. Likya yolunun Olimpos – Musa Dagi rotasi buyuk sirt cantalariyla yurunecek gibi degildi.

Kıpkırmızı pürüzsüz gövdeleriyle bizi karsilayan sandal agaclariyla dolu ormanda ilerledik uzunca bir sure ve kisa molalarin ve saatlerce yuruyusun ardindan Musa daginin zirvesine ulastik. Cesitli kaynaklarda zirvede su bulabilecegimiz yaziyordu ve biz de epey heyecanlanmistik; fakat cesmeye vardigimizda suyun akmadigini gorduk. Daha sonra ‘Burada su var’ diye seslenen abinin islettigi kucuk barakaya (Asik kafe?) ulastigimizda 500 ml’lik pet sise suyun 5 TL oldugunu ogrendik. Bu durum hepimizi iskillendirdi; cunku kaynak kitaplarda ve internette suyun yaz-kis oldugu yaziliydi. Dileriz fahis fiyata su satmak ugruna yuruyusculerin heyecanla bekledigi, dagda ozgurce akan su kesilmemistir.

Bu moladan sonra Adrasan’a dogru inise basladik. Saat 5’i bulmustu ve gunun batmasina cok az zaman kalmisti. Musa dagi – Adrasan rotasi genel olarak kırmızı-beyaz renkli yol işaretlerinin yanı sıra taşları üst üste koyarak oluşturulan “baba”lar ile cok duzgun isaretlenmisti; fakat seyrek de olsa yolumuzu sasirip patikadan ciktigimiz oldu. Neyse ki ekip isbirligi icinde calisti ve boyle anlarda cok zaman kaybetmeden patikaya geri donduk.

Ankara CrossFit Backstreet ekibi

Ve nihayet yaklasik 7 saatlik yuruyus (~15-17 km) sonrasi aksam 9 gibi Adrasan’da arkadasimizin bizi bekledigi restorana ulastik. Restoranda kahkahalarla sohbet ve yemek sonrasi kamp alanina dogru yaklasik 1,5 km daha yuruyup okaliptus agaclarinin altinda cadirlarimizi kurduk. Cogumuz uyumayi tercih ederken bazilarimiz Adrasan sahilinde ufak bir yuruyusu tercih etti. Manzara cok guzeldi.

Gun 3

Herkes getirdigi yiyeceklerle kahvalti yapti, kamp alanimiz denize nazir oldugundan kahvalti sonrasi kendimizi denize attik. Adrasan’in denizi cok berrakti, Ekim sonu ve sabah erken saatlerinde deniz biraz soguk olsa da yine de bir saat boyunca yuzmusuz.

Yuzup kendimize geldikten sonra yine kiraladigimiz minibusle bu kez Korsan Koyu’na dogru yola ciktik. Rotamizi planlarken minibusle gittigimiz butun rotalari yurumek gibi bir planimiz olsa da 20-30 kilo yukle ve ilk gunku 20+ km yuruyusun verdigi yorgunlukla bu hedefin iddiali oldugunu anladik. Bu ara rotalari minibusle gitmek ana rotanin tadini cikarmamizi sagladi. Korsan Koyu’nda konaklayacagimiz alana esyalarimizi biraktiktan sonra soforumuz bizi Gelidonya fenerinde minibusun girdigi yere kadar birakmayi teklif etti, bu da yaklasik 1-1,5 saatlik yuruyusten tasarruf etmek anlamina geliyordu, severek kabul ettik.

Gelidonya fenerine cikisimiz yaklasik 1 saat surdu, burada uzunca mola verip bolca fotograf cekindik.

Gelidonya fenerinden iniste bir kismimiz kosmayi tercih etti; patika kosuya elverisliydi. Akdeniz bolgesinde yaygin bulunan kizilcamlar, virajlari dondukce turkuaz, yesil ve mavi arasinda gidip gelen denizin rengi ve karstik falezlerin goruntusu ise muhtesemdi.

Kamp alanimiza vardiktan sonra gun batmadan kendimizi denize attik. Biraz ususek ve hatta deniz analarinin gazabina ugrasak da Korsan Koyu yuzulmeyecek gibi degildi.

Gunu kamp alaninda artik iyice kaynasmis ekibin tatli sohbeti ve aksam yemegiyle tamamladik. Her ne kadar herkes cok yorgun olsa da son gune yaklasmis olmanin huznu gozlerden okunabiliyordu.

Gun 4

Kamp alanindaki leziz gozleme, ev yapimi zeytin ve cay ile rotamizin son gunune basladik. Kahvalti sonrasi Akdeniz’in son bir kez tadini cikarmak icin denize kostuk. Kahvalti ve denizin ardindan ekip cantalarini son bir kez topladi ve CrossFit Backstreet ekibini Ankara’ya goturecek olan otobusun bekledigi Karaoz’e dogru yuruyuse koyulduk.

Korsan Koyu’ndan Karaoz’e varisimiz toprak yolda bir saat anca surdu. Ekip son gunde optimal hiza nihayet ulasmisti. 🙂

Karaoz’e vardiktan sonra otobuse esyalari yukleyip son bir grup fotografi almayi ihmal etmedik.

56 km yuruyus, yaklasik 3,000 m inis ve pert olmus ayak ve bacaklardan sonra diyebilecegim tek bir sey var: Bu ekiple gidilecek ne cok yol var!

En buyuk tesekkur rotayi ve butun detaylari ince ince planlayan Duygu Basoglu’na! Butun zorluklara ragmen isbirliginden ve ‘devam etmekten’ vazgecmeyen CrossFit Backstreet ekibine; dostluklari ve bu yazida kullandigim fotograflari icin Bilge Akin, Duygu Basoglu ve Saliha Eroglu’na da kocaman tesekkurler!! Baska rotalarda gorusmek uzere..

Notes from Phnom Penh

Standard

10th August, 2014

The sky is clear and I am in a boat on the Mekong River, off to Vietnam. I can see little mangroves on our way, and small shrubs that are very peculiar in both of Cambodia’s rainy and dry seasons. The Mekong River hosts the world’s largest freshwater fishery and is the second-most biodiverse river on Earth. In certain periods of the year it flows South and for the other periods it changes directions and flows North. This makes the river have a very unique habitat and is one of the reasons why you can find so many fish species here.

DCIM101GOPRO mekong

We are in Phnom Penh for 2-3 days and have seen the Killing Fields already. The Khmer Rouge atrocities are unbelievable, and seeing the thousands of skulls with my naked eye made my hair stand on end. I cannot imagine how much the native Cambodians suffered during the four long Khmer Rouge governed years between 1975 and 1979.

I am currently reading a book called ‘They First Killed My Father.’ The main character is a little girl named Leung, who is telling the story of her family of nine, including Pa, Ma, and the seven siblings. In the beginning of the book the author depicts city life in Phnom Penh during old days, where everybody is busy with their daily life routines, far away from understanding the meaning of war. One day in April 1975 everyone is forced to leave the cities and take the roads towards rural areas. No one knew where this journey would end and the Khmer Rouge soldiers told them they would go back to their homes within three days, which soon turned out to be a lie, a big lie.

This book explains all the delicate details of the Cambodian people’s sufferings during the mass atrocities. Although I’ve heard many stories like this (i.e. Bosnian War, the Nazi Holocaust, etc.), this one is extremely unique in the sense that one fourth of the entire Cambodian population was executed in just four years, and one can see the traces of this through the pile of skulls in the Killing Fields.

killing fields

Pile of skulls in the Killing Fields.

rice field_killingfield

Rice fields in the Killing Fields. The unity of life and death.

DCIM101GOPRO

A photograph of a Pol Pot victim in Tuol Sleng Genocide Museum in Phnom Penh.

DCIM101GOPRO

Photographs of Pol Pot Victims in Tuol Sleng Genocide Museum in Phnom Penh.

Phnom Penh has a unique smell, which till now, I still cannot not figure out what is. It could have been tamarind or some creamy sauce, but I am just speculating! The street bazaars provide a scene showing some of the freshwater diversity found in the Mekong River. There are snails, crabs, eel fish and many others that I do not know the name of. I am not sure how people are not disgusted (empathy Bilgenur empathy!) by the appearance of all the naked flesh exhibited on the stalls.

pazar (1) pazar (2) pazar (3) DCIM101GOPRO

There does not seem to be any refrigerator with all the meat sold outside under the boiling Cambodian sun. I feel like they should get rotten and fleshy very quickly, but interestingly, people buy them no matter what.

My disgust over the street  food leaves itself to some sort of curiosity, and my exploratory side wants to try different tastes. However, I did not find myself courageous enough to try the grasshoppers sold on the streets side by side and do not think I ever will. However I do understand why people would eat these insects. Basically, these insects are noted for their nutrients, having a high content of protein, and are eaten by people who survive with a relatively low per capita income and purchasing power. Yet, it is not the only indicator for why insects are part of their diet. Also, based on the IMF World Economic Outlook, 2014, Cambodia’s Gross Domestic Product (GDP) seems to show an increasing trend.

I’ve seen many homeless people in Phnom Penh, and it struck me hard ever since I arrived in the city. It may be because Singapore, where I am living now, is so sterile, safe and homeless-free that I could not envision how the economically lower class thrive in Cambodia’s current dismal state.

photo 1Living in Singapore, I sometimes feel myself in a bubble, where people do not suffer from the lack of basic commodities, such as food and accommodation (even though I may be incorrect in saying this).

Overall, Cambodia to me is a country of smiling people who have suffered tremendously under the Khmer Rouge Regime. I feel so bad for how much they lost in order to survive. And yet, I am amazed by their generous smile, which you would see once your eyes come across with theirs.

photo 4

This is the very instant moment I captured with my camera on the streets across Mekong River. Perfect image for Nicholas A. McGirr’s words in his book Life of Death: “Death truly does have life, and walks with and lives through us everyday.”

PS: Many thanks to Francesca McGrath for proofreading.

Küçük kız çocuğu

Standard

Bugün kendimi küçük bir kız çocuğu gibi hissediyorum. Babasını isteyen, arayan bir kız çocuğu gibi. Tabi ki bulamıyor. Demin aynanın önüne geçip ‘neden böylesin?’ diye sordum kendime. Ne oluyor sana? Kendine gel..

Bir sürü düşünce uçuşuyor kafamda. Mesela ömür boyu yalnız kalmak düşüncesi, şu ara yerleşti, çıkmıyor zihnimden. Ömür ne kadar uzun, kim öle kim kala bu da belli olmaz hoş da, böyle duygusal boşluk anlarında insan sorgulamadan edemiyor.

Bugünlerde düşünme şeklimi yeniden yapılandırmaya çalışıyorum. İnsanın değişmesi zor zanaat ama bir o kadar da gerekli. Söylediğim her şeyin bir sebebi olmalı içinde olduğum ortamda. Akademik ortam ya da arkadaşlar arasında dahi olsa farketmiyor. Her söylediğimi tartarak söylemem gerekiyor. Önceleri çok dikkat ettiğim bir şey değildi, belki de dikkat etmem gerekirdi. İşte bu yüzden, şu ara bocalıyorum. Öte yandan bu olması gereken bir bocalama. Kimse kimseyi kolay kolay kabul etmiyor, benimsemiyor. Değişen şeylerden biri de bu: Önceleri sanırım bu denli önemsemezdim başkalarının hakkımda ne dediği yahut ne düşündüğünü. Artık önemli geliyor.

Başta söylediğimle çelişse de, 24 yaş çocukluğumu geride bıraktığım bir yaş oldu, oluyor. Ben 23 iken de çocuktum oysa. Bu yıl pek çok anlamda biraz daha zorluyor. Belki Türkiye’ye gidip ailemi görmediğim için, belki şu ara üstüme üstüme gelen Singapur’dan dolayı, belki hatalarımı çok daha derinden farketmeye başladığım ama değişim sancılı olduğu için, belki anlaşılamamak ya da yanlış anlaşılmak ya da, ya da, ya da…

Pek çok şey sebep olmuş olabilir: Kapısını sessizce açtığında, koridorda aynayı karşısına almış ve kendisiyle konuşmakta olan beni bulan ev arkadaşımın şaşkın bakışlarına. Evvel de var (dikkat, bu bir Antalya ağzı olabilir!), ‘lütfen bunu çok çılgın bir şey gibi algılama’ deme gereği duydum. Zaten sonra da gelip sarıldı bana. İyi geldi çok. Sarılmaktan korkmasa ya insanlar. Ne güzel olur.

Bu da bir geçiş dönemi olmalı diyorum. Geçecek, geçmeli. Belki yeni bir hafta, yeni larva örneklerim iyi gelir. Bilmiyorum. Bu yazı da bugünlerdeki duygu seline dilerim bir nokta koysun.

2014 in review

Standard

The WordPress.com stats helper monkeys prepared a 2014 annual report for this blog.

Many thanks to all the readers, who helped me keep up with my motivation for writing all these. I hope that 2015 would be even more productive!

Here’s an excerpt:

A San Francisco cable car holds 60 people. This blog was viewed about 3,300 times in 2014. If it were a cable car, it would take about 55 trips to carry that many people.

Click here to see the complete report.

sekizbindörtyüzonaltı kilometre ötedeki mandalina çiçeği

Standard

Martılara simit atmak

En özlenilen

Yahut Bahriye Üçok Heykeli’nin önünden geçmek

seyyar satıcının ya da Ulus’a gidecek dolmuşun egzoz sesi sessizliği bastırırken.

Ya da sabah ayazında burnuna çalınan, kışın dahi silemediği o mandalina çiçeği kokusudur.

Ve sen istanbul’a yazılmış şarkılar dinlerken bulursun kendini,

İstanbul ile aranda neredeyse sekizbinyediyüz kilometre varken üstelik.

Ve sorarsın, ne zaman döneceksin? Yahut dönecek misin?

22 Kasım 2014, Singapur

Ölüm nedir?

Standard

Bu satırları çiziktireli epey olmuştu aslında. Bugün lab arkadaşım koridorda yanyana geldiğimizde birdenbire ‘Hayat boktan ve sonunda da ölüyoruz’ diyince yazdıklarım sanki bir anlamlandı. Ona diyecektim ‘O halde daha çok sevişmeli’ diye ama demedim. Belki bir ara derim.

Ölüm nedir? Ölünce çözünecek vücudun önemi nedir? Peki yaşam sevdiklerinden uzaktaysa hep, yaşamak nedir

ve ölüm hep varsa?

ve ölümden kaçış yoksa?

ve maggot’lar yiyecekse vücuttan arta kalanları günün birinde

gelip geçici an ve mutsuzlukların hükmü nedir?

Çikolata ve güzel sırt

Standard

Nü fotoğraflarına bakıyordu. Fonda B.T. çalmakta. Özlemek, değişmek, delirircesine özlemek. Yaşamın getirdiklerini nasıl karşılayacağını bilmez haldeydi. Sabaha karşı oturup kalmıştı yine, çokça yaptığı gibi. Bir kitap sarmıştı fazlasıyla, bir sayfa daha, hadi bir bölüm daha derken saat 4’ü bulmuştu bile. Karmaşık ilişkileri anlatan bir kitaptı, güzel bir insanın getirdiği. Uzun zamandır yemek yememiş birinin zeytinyağlı kuru fasulyeye saldırdığı açlığıyla o da saldırmıştı kitaba, dehlizlerinde boğulurcasına, hiç bırakmamacasına.

Bu kitabı okuyan kişiler acaba ne hissediyordu? Kadın erkek ilişkilerine dair görüşleri neydi?  Ellerin İstanbul deseydi mesela sevdiği kişi, erir miydi böylesi bir kitabın okuru? Güzel bir sırt onlara ne düşündürürdü? –Takıntıları pek yoktu ama niyeyse güzel sırtlara bir zaafı vardı.- Bunun gibi mesela?

sırt

Anlaşıldı.. Geceler belli ki yaramıyordu bu kişiye. Eski mektuplara ya da e-postalara gitmek ihtiyacı duymuştu. Bu ilişkiler ne tuhaf şeyler, yaşarken havadasın, uçuyorsun adeta. Sonra geri dönüp bakınca ise bütün çatlaklarını bütün açıklığıyla görüyor, kızmak değilse de kendine gülüyorsun.

Şunu buldu eski anıları kurcalarken, Charles M. Schulz’un bir sözü:

All you need is love. But a little chocolate now and then doesn’t hurt.

Belki de bitter çikolatayı yememeliydi artık, hep oyduysa bastıran başka istekleri. 🙂 Bütün dünya duysa mıydı, zaten bütün dünya sanki hep bu anı bekliyordu (tövbe tövbe). Çikolata yememeye karar vermişti. Ama kararı almasının hemen ardından pişmanlık duymaya başladı bile. Schulz’un demek istediği aslında aşk olmadığı zaman birazcık çikolatanın da işe yarayabileceğiydi. Hem acıları da bastırıyordu aşk, ay pardon çikolata.

İyisi mi kafayı yiyeceğine çikolatayı yesindi. Gülümsedi.

Def vardı şarkıda, şu İranlıların pek sevdiği enstrüman yok mu canım, işte o. Bir yandan o çalarken çikolatanın alüminyum folyosunu yavaşça soydu,  bitter ve sert olunca bölmesi de zordu parçalara. Nihayet bölebilince dilinin üzerine bıraktı küçük siyah renkli çikolatayı –aşk-niyetine.-

Ağzında dağılmasını bekledi. Sanki def de bu tada eşlik eder gibi yer yer şiddetleniyordu, sonra sönüyordu sesi. Tadını çıkardı. Uyumamışlığın, karmaşık duyguların, kendisini eskilere, çok değil bundan bir yıl öncesine götüren düşüncelerin ve İstanbullu şarkının eşliğinde.