Tag Archives: doğa

Notes from Phnom Penh

Standard

10th August, 2014

The sky is clear and I am in a boat on the Mekong River, off to Vietnam. I can see little mangroves on our way, and small shrubs that are very peculiar in both of Cambodia’s rainy and dry seasons. The Mekong River hosts the world’s largest freshwater fishery and is the second-most biodiverse river on Earth. In certain periods of the year it flows South and for the other periods it changes directions and flows North. This makes the river have a very unique habitat and is one of the reasons why you can find so many fish species here.

DCIM101GOPRO mekong

We are in Phnom Penh for 2-3 days and have seen the Killing Fields already. The Khmer Rouge atrocities are unbelievable, and seeing the thousands of skulls with my naked eye made my hair stand on end. I cannot imagine how much the native Cambodians suffered during the four long Khmer Rouge governed years between 1975 and 1979.

I am currently reading a book called ‘They First Killed My Father.’ The main character is a little girl named Leung, who is telling the story of her family of nine, including Pa, Ma, and the seven siblings. In the beginning of the book the author depicts city life in Phnom Penh during old days, where everybody is busy with their daily life routines, far away from understanding the meaning of war. One day in April 1975 everyone is forced to leave the cities and take the roads towards rural areas. No one knew where this journey would end and the Khmer Rouge soldiers told them they would go back to their homes within three days, which soon turned out to be a lie, a big lie.

This book explains all the delicate details of the Cambodian people’s sufferings during the mass atrocities. Although I’ve heard many stories like this (i.e. Bosnian War, the Nazi Holocaust, etc.), this one is extremely unique in the sense that one fourth of the entire Cambodian population was executed in just four years, and one can see the traces of this through the pile of skulls in the Killing Fields.

killing fields

Pile of skulls in the Killing Fields.

rice field_killingfield

Rice fields in the Killing Fields. The unity of life and death.

DCIM101GOPRO

A photograph of a Pol Pot victim in Tuol Sleng Genocide Museum in Phnom Penh.

DCIM101GOPRO

Photographs of Pol Pot Victims in Tuol Sleng Genocide Museum in Phnom Penh.

Phnom Penh has a unique smell, which till now, I still cannot not figure out what is. It could have been tamarind or some creamy sauce, but I am just speculating! The street bazaars provide a scene showing some of the freshwater diversity found in the Mekong River. There are snails, crabs, eel fish and many others that I do not know the name of. I am not sure how people are not disgusted (empathy Bilgenur empathy!) by the appearance of all the naked flesh exhibited on the stalls.

pazar (1) pazar (2) pazar (3) DCIM101GOPRO

There does not seem to be any refrigerator with all the meat sold outside under the boiling Cambodian sun. I feel like they should get rotten and fleshy very quickly, but interestingly, people buy them no matter what.

My disgust over the street  food leaves itself to some sort of curiosity, and my exploratory side wants to try different tastes. However, I did not find myself courageous enough to try the grasshoppers sold on the streets side by side and do not think I ever will. However I do understand why people would eat these insects. Basically, these insects are noted for their nutrients, having a high content of protein, and are eaten by people who survive with a relatively low per capita income and purchasing power. Yet, it is not the only indicator for why insects are part of their diet. Also, based on the IMF World Economic Outlook, 2014, Cambodia’s Gross Domestic Product (GDP) seems to show an increasing trend.

I’ve seen many homeless people in Phnom Penh, and it struck me hard ever since I arrived in the city. It may be because Singapore, where I am living now, is so sterile, safe and homeless-free that I could not envision how the economically lower class thrive in Cambodia’s current dismal state.

photo 1Living in Singapore, I sometimes feel myself in a bubble, where people do not suffer from the lack of basic commodities, such as food and accommodation (even though I may be incorrect in saying this).

Overall, Cambodia to me is a country of smiling people who have suffered tremendously under the Khmer Rouge Regime. I feel so bad for how much they lost in order to survive. And yet, I am amazed by their generous smile, which you would see once your eyes come across with theirs.

photo 4

This is the very instant moment I captured with my camera on the streets across Mekong River. Perfect image for Nicholas A. McGirr’s words in his book Life of Death: “Death truly does have life, and walks with and lives through us everyday.”

PS: Many thanks to Francesca McGrath for proofreading.

sekizbindörtyüzonaltı kilometre ötedeki mandalina çiçeği

Standard

Martılara simit atmak

En özlenilen

Yahut Bahriye Üçok Heykeli’nin önünden geçmek

seyyar satıcının ya da Ulus’a gidecek dolmuşun egzoz sesi sessizliği bastırırken.

Ya da sabah ayazında burnuna çalınan, kışın dahi silemediği o mandalina çiçeği kokusudur.

Ve sen istanbul’a yazılmış şarkılar dinlerken bulursun kendini,

İstanbul ile aranda neredeyse sekizbinyediyüz kilometre varken üstelik.

Ve sorarsın, ne zaman döneceksin? Yahut dönecek misin?

22 Kasım 2014, Singapur

Yün hasır, Antalya güneşi ve Alakır

Standard

09 Ocak 2014

İstanbul’dayım. Antalya’dan annem ve anneannem ile aynı uçakta geldik. Bir birinin omzunda uyudum, bir diğerinin. Çok uykum vardı, sohbet etmek istediysem de.

İstanbul puslu ve gri. İki gündür ben de biraz öyleyim.

Bu ayrılık halleri yaramıyor.

Annem ve anneannem Azerbaycan’a gidiyorlar, Bakü’ye Afsana’nın düğününe. Onları uğurluyor gibi hissetmek istedim, hani sürekli giden olmak zor ya.

Dün de kızkardeşim artık sıkıldığını söylüyordu, hep kalan olmanın da zor olduğunu, artık uzaklarda olmak, yaşamak istediğini. Onu bundan beş sene önce daha iyi anlardım aslında. Ben de tam olarak onun gibi hissediyordum. Ama şimdi bu gidişler koyuyor. Bir yerden sonra döner insan gibi geliyor.

Hafif güneş açtı, İstanbul’a 10 km falan kaldı. Her taraf TOKİ, her taraf inşaat, tek tük ağaçlar kalmış sağlı sollu (unutmuşlar galiba onları da).

Antalya çok güzel, dolu dolu geçti. İki hafta oradaydım. Esra geldi Ankara’dan. Onunla Kaleiçi’nde tekne turu yaptık, sonra gezindik. Maaile zaman geçirdik yeni yılda, gırgırlı, şamatalı, müzikli, yemekli bir geceydi. Konu komşu, eş dost bizim evdeydi.

Kaleiçi arkamızda. Esra ile.

Kaleiçi arkamızda. Esra ile.

SONY DSC

Canım güzelim Toroslar ve Akdeniz.

Antalya’yı seviyorum ben.

Ertesi gün yine Esra ile buluştum, akşamüstü, Ferdi de oradaydı, turnalar ve biyokültür üzerine çalışan bir kuşbilimci. O gün aslında Alakır’a gidecektik ama alkol sonrası kimse erken uyanamadığı için kaldı. O akşam biyokültürden, etnik çeşitliliklerden, azınlıkların psikolojisinden turnalara kadar bir güzel muhabbet döndü ki! Tabi ben yine Singapur’u anlattım.

Bunları yazdığım defteri ve bir diğer balıklı defteri de canım mektup arkadaşım Fulya hediye etti, Gökhan ile beraber. Özleyecek ne çok insan var. Ben de hemen yazmaya başladım.

Şimdi Kadıköy’e gidiyorum. Oradan Göztepe ve Begüm’lerin evi.

Alakır’ı anlatasım var. İki gün önce oradaydık, Ferdi ile gittik bizim arabayı alıp. Ben yolluk hazırladım, yufka ekmek içinde peynir, zeytin, domates, yanına da Niğde gazozu. On numaraydı o yolculuk, sağlı sollu kızılçam ve sedir ağaçları bize eşlik ederken. Söğütcuması üzerinden Kuzca sapağına vardık, oradan da iki sağ ve bir sol yapıp Tuğba ve Birhan’ın kerpiçten evlerine vardık.

Alakır yolunda.

Alakır yolunda.

Bizi bekliyorlardı zaten. -Bir defter, kalem tutan çocuk görüntüsü beni mutlu ediyor, otobüste karşımdaki çocuk bir şeyler yazıp çiziyor da.

SONY DSC

Tuğba ve Birhan’ın kerpiçten evleri.

Soldan sağa: Ben, Tuğba, Birhan, Ferdi ve kedi.

Soldan sağa: Ben, Tuğba, Birhan, Ferdi ve kedi.

Bütün gün dışarda, güneşin altında, yün hasır ve kilimlerin üzerinde oturduk Alakır’da. Bir yandan kuş sesleri, Ferdi’nin ayağına sokulan kediler, uzaklardan gelen derenin sesi ve bolca kepçe, vadiye indikçe bir balığın daha ölümüne sebep olacak olan.

Makine ve kuşlar

Standard
Image

Kars’ta ekin kargaları.

Makineleşiyoruz Mekanikleşiyor.. Tak tak tak. Makineleştikçe yasaklaşıyor her şey Yeşile dokunmak İnsana dokunmak Suya dokunmak Hani temiz havayı şöyle mis gibi içine çekmek dahi yasaklaşıyor (yassak hemşerim yassak!) Her şey paketleniyor Şişeleniyor Ambalajlara bürünüp ‘satılıyor’ sana ve makineleşmekten gelen paranla ‘satın’ alıyorsun özgür akan suyu Makineleşiyoruz Belki farketmiyoruz ama makineleşmekten ileri geliyor bir günaydını esirgemek Yahut hep ama hep meşgul olmak Kapalı duvarlar ardında Ne günler doğup bitiyor ve kuşlar ötüyor da Görmeden ve duymadan yaşıyoruz, şayet yaşamaksa tıpkı bir makine gibi. 13 Nisan 2014, Singapur

Kırmızı vazoda çalkalanan su sesi: Doğadan gelen müzik

Standard

Müziğin bilimini anlamaya çalışmak ne güzel bir çabadır! Geçenlerde bir yerlerde okuduğum yazıda geçiyordu, kokuya dokunmak ve sesi görmek gerektiği. Aslında duyularımız sadece kendilerine verilmiş görevlere odaklanmak zorunda değil, mesela sesten çıkan titreşimi görmek de mümkün.

 Image

Kronik uykusuzluk çektiğim şu son üç haftadır gecelerimi bolca düşünerek, bir şeyler izleyerek ve okuyarak geçiriyorum. Gün içinde yorgunluk çökse de bünyem bu duruma fena alıştı sanki. Dün gece çok güzel bir belgesel izledim, ‘When Björk met Attenborough’ adında. Björk kendine has bir tarzı olan, deneysel ve sanatsal performansları olan İzlandalı sanatçı. Sir David Attenborough’u da bilenler bilir, doğa tarihi üzerine yayın ve belgesellerin yaklaşık altmış yıldır tanıdık bir sesi ve yüzüdür. Bu iki güzel insan bir araya gelince de bahsettiğim belgesel ortaya çıkmış. Björk, albümü Biophilia (Türkçesi: yaşamın kendinden başka diğer formlarıyla bağlanma, birleşme isteği) ile müziği görüntüleyebilmeyi, böylece müziğin nasıl ortaya çıktığını anlayabilmeyi amaçlıyor ve bu çalışmasının doğada sesin farklı biçimlerde ortaya çıkışının kutlanması anlamına geldiğini söylüyor. Müzik yaparken sıradışı enstrümanlar kullanmayı seven Björk, müziği yeniden tanımlamanın gerekliliğine işaret ediyor ama bunu yapmak için de müziğin kökenine inmek gerek. Antalya’da Atatürk Kültür Merkezinde (AKM) Aralık 2012’de Komşu grubunun konserini izlemiştim, kanuni Göksel Baktagir ve davulcu Gencer Savaş ile verdikleri. Baktagir’in Yalnız Sen adlı bestesindeki performanslarını unutamıyorum. Gencer Savaş kırmızı bir vazonun içine suyu doldurmuş, yer yer çalkalıyor, yer yer eliyle ritmik hareketlerle vurarak vazoyu bir enstrüman olarak kullanıyor, suyun sesine ise kanun sesi karışmış.. Müziğin kökeni derken bundan bahsediyorum, insan eliyle yapılmış enstrümanların yanısıra hayvanların (genellikle erkek bireylerin) çiftleşme öncesi karşı cinsin dikkatini çekmek için çıkardıkları sesler, kuş sürüsünün göç esnasında çıkardığı ses, fırtınanın, Antalya’da falezlere çarpan dalgaların sesi, ceviz kabuklarının birbirine çarpınca çıkardığı sesler, bunların her biri doğada dinlemesi ve görmesi mümkün sesler aslında.

 

Attenborough insan gırtlağının bir dil için gerekenden çok daha fazla ve farklı işlevi olduğunu söylüyor. Bir biyoloğa göre bu şu demek: İnsan sesi aslında dili konuşmadan önce daha temel bir ihtiyaç olan şarkı söylemek işlevini karşılıyordu. Modern zamanda ise müzik aslında cinsellik demek, iletişim ve ilişkiler kurmak demek. Tabii bunun ötesi de var, müzik aslında bir bölgeden, belli bir dilden öteye taşabiliyor, yani sınırları aşıyor. O yüzden sözlü ya da sözsüz olsun, Afrika’daki bir kabile müziği, Kırgızistan bozkırlarındaki komuzdan yayılan tınılar ya da Moğolistan’ın bizdeki uzun havaya karşılık gelen Urtyn duu’su, misal Akdeniz’e ulaşıp insanı duygulandırabiliyor.

 

Belgesele dönecek olursam, en çok ilgimi çeken kısımlardan biri Evan Grant’in müziği görüntüye dönüştürdüğü anlardı. Buna ‘cymatics’ deniyormuş, yani gözle görülebilir ses ve titreşimin çalışılması. Mesela bir tabak, diyafram veyahut zara titreşim verildiğinde oradaki hareketlenmeyi gözlemek mümkün.

cymatics 24fps from Evan Grant on Vimeo.

İlginç bulduğum bir diğer şey ise Björk’ün konserlerinde kullandığı enstrümanlardan biri olan, dünyanın kendi ekseni ve güneş etrafında dönüşünü simgeleyen yerçekimi arpı. Bu enstrümanla dinleyici sahnede yerçekimini hem görüp hem de duyabilecek.

 

Belgeselde ayrıca müziğin beyindeki etkisi de anlatılmış. Müzik beyindeki birçok bölgeyi harekete geçirip etkileştiriyor, dilin kendisinden bile çok daha etkili. Bunama rahatsızlığı görülen hastalarda müzikle tedavi duygulara hitap ettiğinden hafızada yolculuğa aracı olabiliyor. Müzik kanallarımızın birbirinin aynı tonlarda şarkı söyleyen pop şarkıcılarıyla dolduğu günümüzde, o günleri hayal etmek zor olsa da, gidenler bilir, içinde zamanında enstrümanlarla yapılan müzik ve şadırvandan kubbeye kadar yükselen suyun sesiyle ruh ve akıl hastalarının iyileştirildiği Bayezid Külliyesi vardır Edirne’de.

 

Müziğin sadece bangır bangır sesler topluluğu anlamına gelmediğini çok net gösteren, doğanın ve teknolojinin birleştiği Björk’ün bu albümü (Biophilia) benim de kafamda şimdiden sonraki olası sahne performanslarıma (çok büyük bir laf oldu sanki) dair yeni yeni fikirler filizlendirdi. İyi müzik bana kalırsa düşündüren (yalnızca aşıkken düşündüreninden değil ama) ve doğayla bütünleşmiş müzik demek. İyi müziği sadece duymak da yetmiyor, görebilmek de, görürken ucunun doğaya dokunması da gerek. Yani çıplak ayakla toprağa dokunmak, bir ağaca sarılmak gibi..

 

Not: Björk ve David Attenborough’un karşılaşmasını izlemek için: http://www.youtube.com/watch?v=_H8OKZ0VQpM

KuzeyDoğa Derneği Kuş Halkalama istasyonu

Video

Yukarı Çıyrıklı köyü var, Iğdır’da. Kars’tan otoyoluyla giderseniz oldukça şaşırtır sizi bir anda maki tipi bitkilerin, çalıların, sulak alanların belirmesi. Köye vardığınızda, hele ki göç sezonunda oradaysanız, günün vaktine göre ruh haliniz de şekillenir. Akşam kızıllığında varırsanız tuhaf bir huzur kaplayabilir içinizi, ötücü kuşların sesinin köyün sessizliğini nasıl güzel bozduğunu farkedip. Gün doğumunda varmış iseniz böyle bir yeri daha önce neden keşfetmediğinize hayıflanabilirsiniz, bahse girerim. Bu köyde Türkiye’de faaliyette olan sadece iki kuş halkalama istasyonundan biri olan Aras var ve yılın belli aylarında kuşları ve onlara tutkulu gönüllü insanları ağırlıyor. Bu videoda Tayfun Taliboğlu’nun sorduğu sorulara cevaben kuş halkalamanın ne demek olduğu, bölgedeki kuş çeşitliliğini kayıt altına almanın önemi ve gönüllü arkadaşların tecrübeleri nefis bir dille anlatılıyor. İyi seyirler!